Pages

24 Şubat 2012 Cuma

ULUBATLI HASAN GERÇEK Mİ, YOKSA EFSANEVİ BİR KARAKTER Mİ?



"Ulubatlı Hasan o dönemin kaynaklarında yer almamaktadır. İstanbul'un fethi sırasında bizzat bulunan Bizanslı tarihçi Francis'in orijinal eserinde Ulubatlı Hasan'ın ismi geçmiyorken, daha sonraki tarihlerde Francis'in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos'un yazdığı kitapta yer almaktadır. Melissinos, Francis'in eserine yaklaşık dört misli daha ilave yapmıştır. Bunlardan biride İstanbul surlarına ilk Türk bayrağını diken Ulubatlı (Lupadionlu) Hasan'dır. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Melissinos'un eseri renklendirmek için bu tür hikayeler uydurduğu ve Ulubatlı Hasan'ın aslında hayali olduğu kanaatindedir. Bir diğer dayanak ise şehrin fethedilişi sırasında o kargaşada surlara bayrağı ilk diken kişinin isminin sağlıklı bir şekilde zikredilmesinin mümkün olmayacağıdır.

Gerek Osmanlı kaynaklarında, gerekse İstanbul'un fethi sırasında bulunmuş yabancı tarihçilerin eserlerinde Ulubatlı Hasan'dan bahsedilmemektedir. Melissinos'un ilaveli eserinde hangi kaynaklardan yararlandığı bilinmemektedir.

Gerçekliği tartışmalı olsada Ulubatlı Hasan, İstanbul'un Türkler tarafından fethedilişinin simgesi olmuş ve Türk mitolojisinin bir parçası haline gelmiştir." (alıntıdır.

Çeşitli kaynaklarda Ulubatlı Hasan:

Gulliet Sayfa 215
Ulubatlı Hasan'ın otuz kişi ile ileri atıldığını ve bir elinde kalkanı diğer elinde yatağanı olduğu halde sura çıkarak, buradea tunduğunu ve sonra şehit düştüğünü ve diğer otuz arkadaşının bulundukları yeri tahkim ederek yerleştiklerini ve bunlardan ilk şehre giren Balban Badera'nın emirliğe terfi ettiğini yazar.

Francis Sayfa 285
Ulubatlı Hasan öldürüldü ancak otuz arkadaşı terk edilen mazhal hatlarını işgal ettiler ve şehre girdiler.
Francis Sayfa 286
Ulubatlı Hasan'ın şehit olmasından sonra surların üzerine çıkmış olan savaşçılar o kadar çoktu ki, müdafileri dağıttılar ve kaenin içine girdiler. Durum bu şekilde iken Kale alındı, önemli mekiler düşman eline geçti ve düşman bayrakları asıldı. diye bir ses işitildi ve bu ses Bizanslıları kaçırdı. Düşmanı (Türkleri) cesaretlendirdi. Onlar artık korkusuzca kaleye çıkmaya başladılar.

Lamartine (Historia de la Turquie)
Ulubatlı Hasan'a katılan 100 kadar yeniçeri, kendisinin ölümünden sonra buradaki gediği işgal edip şehre girdiler.

Gibbon Sayfa 104
Ulubatlı Hasan surlara çıkabileceğini göstermişti. Kendisi öldüğü zaman arkadaşları, onun gösterdiği yolu takip ederek surlara çıktırlar.


Karar sizin...

5 yorum:

  1. Bir “Fetih Efsânesi” Olduğu Öne Sürülen
    ULUBATLI HASAN’IN YENİ KEŞFEDİLEN KABRİ ve BİLİNMEYEN GERÇEK TARİHÎ KİMLİĞİ

    Hakan YILMAZ

    Yaklaşık yirmi yıldır İstanbul’un fetih yıldönümlerinde, gerek akademik çalışmalarda gerekse basın-yayın organlarında fetihte surlara ilk Osmanlı sancağını diken “Ulubatlı Hasan” adlı yeniçerinin hiçbir zaman yaşamadığı, bu bilginin fetihten yüz yirmi yıl sonra asılsız bir “efsane” olarak kurgulandığı iddiası benzer ifadelerle tekrarlanıp durmaktadır. Rivayetin kaynağı olan imparator muhâfızlarının başı Yorgios Sfrancis’in Chronicon Maius adlı ayrıntılı eserini, 1930’lardan itibaren basit ve inandırıcılıktan uzak iddialarla, hiçbir bilimsel delile dayanmadan Metropolit Makarios Melissinos’a atfeden birkaç Yunan ve Romen tarihçinin çelişkili sözde tezleri1, eserde geçen “Ulubatlı Hasan”ın da sonradan uydurulmuş bir efsane olduğu isabetsiz düşüncesini ortaya çıkarmış ve fethin sembolü kabul edilen “Hasan” zamanla literatürden tamamen dışlanarak yerine alternatif daha başka isimler aranmıştır.2
    Sfrancis’in genişletilmiş kroniği hakkında öne sürülen iddiaların isabetsizliğinin yanı sıra, yazarın kroniğin kendisine aidiyetinde şüphe bırakmayan özgün ifadeleri ve ilk ağızdan yaptığı orijinal betimlemeleri karşısında iddia sahiplerinin tamamen sessiz kalmaları; eserde “Ulubatlı Hasan”ı nitelikli tasvirlerle ön plâna çıkaran ayrıntılı bilgilerin de diğerleri gibi doğrudan Sfrancis’in izlenimlerine dayandığını gösterir.
    Bir görgü şahidi olan ünlü Bizans’lı müverrihin Ulubatlı Hasan’la İlgili şu satırlarına eğildiğimizde, bu ilk ağızdan anlatım ve özgün tasvirlerin son derece belirgin olduğunu kuşkusuz bir biçimde görmekteyiz:
    "İşte o sırada, aslen Lopadion (Ulubat)’lı olup koca bir vücuda sahip olan ‘Hasan’ adlı bir yeniçeri, sol eli ile başının üstüne kalkanını tutup, sağ eli ile kılıcını çekti ve bizimkilerin şaşkınlık içinde geri çekildikleri o bölgede surun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesareti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise üzerlerine kayaları yuvarlıyorlardı ve onlardan on sekizini aşağı attılar. Ne var ki, Hasan kendisine mahsus şiddeti ile surun üzerine çıkıp bizimkileri kaçırmayı başardı. Bu zafer üzerine diğerleri de onu takip ederek surlara tırmanma fırsatını buldular. Bizimkiler sayılarının pek az olması nedeni ile sura tırmananlara mânî olamadılar. Düşmanın sayısı fazla idi, buna rağmen yine de yukarıya çıkanlara saldırdılar ve onlardan birçoğunu öldürdüler. Bu çatışma sırasında Hasan’a bir taş isabet etti ve onu yere yıktı. Kendisini yere yıkılmış görünce, bizimkiler de üstüne her taraftan taş fırlatmaya başladılar. O ise dizleri üstüne kalkmış kendisini savunmaya çalışıyordu; ancak almış olduğu pek çok darbeden dolayı artık sağ kolu işlemez oldu ve oklarla kaplandı, nihayet beraberindeki pek çok kişi ile birlikte öldü.3
    Dönemin Bizans, Latin ve Osmanlı tarih kaynaklarında öncülerinin adının “Hasan” olması dışında, bu surlara çıkıp sancak dikme sahnesini benzer ifadelerle aktarıp doğrulayan çok sayıda çağdaş kayıtlara rastlanır. Gerek bu kayıtların varlığı, gerekse kroniğin içinde abartılı yorumlarla birer çelişki gibi yansıtılan noktaların tutarsızlığı; kroniğin ana metniyle birlikte içindeki “Ulubatlı Hasan” rivayetinin de orijinalliğini ve literatürel değerini yeterince ortaya koymaktadır.

    YanıtlaSil
  2. ALEMDAR HASAN’IN TARİHÎ YARIMADADA ORTAYA ÇIKAN KABRİ VE YOK OLAN MESCİDİ
    Tarih araştırmalarında topografi ve toponimiden yararlanma yöntemi akademik çevrelerin çoğunda cârî olmasına rağmen Türkiye’de henüz emekleme aşamasındadır. “Ulubatlı Hasan”ın yüzyıllardır Sfrancis’in Chronicon Maius’u dışında başka bir kaynakta izine rastlanmadığı ve Osmanlı kaynaklarında yaşamına ışık tutacak herhangi bir bilgi bulunamadığı gibi, topografik ve toponimik alanlarda da sur bölgesi ve tarihî yarımada içerisinde bugüne dek varlığını tespite yönelik nitelikli hiçbir bilimsel araştırma yapılmamıştır.4
    Ulubatlı Hasan’ın tarihî yarımadanın merkezinde bulunan meçhul kabri, birkaç ay önce bölgede yaptığımız geniş çaplı bir araştırma sonucu ortaya çıkmıştır. Fatih İskenderpaşa Mahallesi yakınlarında, Horhor’dan Büyükşehir Belediyesi’nin arka hizasına doğru uzanan yol üzerinde yer alan Fatih’in şehit sancaktârı “Alemdâr Baba Hasan”ın kabri, İstanbul’daki tüm fetih şehitlerinin kabirleri arasında apayrı bir öneme sahiptir. Bu ilginç şehit kabri, İstanbul’un yüzyıllar boyu süregelen kadim tarihî görüntüsünü değiştiren 1956 İmar Planı uygulanırken, sebepsiz yere ortadan kaldırılan yarı kârgir, kısa minareli küçük mescidinin yakınında,5 beş yüz yıl boyunca Osmanlılar tarafından fethin en büyük şehidinin yattığı yer olarak biliniyor ve halk tarafından ziyaret ediliyordu.
    Alemdar Baba Hasan’ın Sultan III. Selim’in saltanatının son zamanlarında, 1221/1806 İstanbul depreminde yıkılan mescid ve kabrinin onarımı sırasında kabrin hacet penceresi üzerine yerleştirildiği, ancak daha sonra köşe duvarına nakledildiği anlaşılan manzum bir kitabesi ve üzerinde “Sıdkî” mahlaslı şaire ait beş beyitlik bir “târîh” manzumesi yer alıyordu ki, bu manzumenin içeriği aynı zamanda, kuşatmanın son anında Fatih’in sancağını burca diken Alemdar Hasan’ın “Ulubatlı Hasan”ın ta kendisi olduğunun da en açık kanıtıydı. Bugün kitabenin varlığına dair elimizde 1930’larda Süheyl Ünver, 1940 sonlarında Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından çekilmiş iki fotoğraf dışında hiçbir kalıntı bulunmamaktadır.6
    Sıdkî’nin Hasan’ın dilinden yazdığı manzumenin ilk üç beytinde; onun elinde “tîğ-ı âteş-tâb” yani “düşmana ateş saçan kılıç” ve dilinde tekbir “nazm”ı olduğu halde surların üzerine çıktığı, kahır pençesiyle destansı bir kudretle düşmana karşı savaştığı, Fatih’in sancağını göz kamaştırıcı bir şekilde burcun üstünde dalgalandırdığı, sonunda kanlar içinde kalarak yalnız gâzîlerin değil “Şehîdler”in de “Serdâr”lığına ulaştığı Sfrancis’in tasvirlerine tam bir paralellikle nazmedilmiştir.7
    Hasan’ın buraya kadarki hikâyesi her iki materyali aynı ortak bilgi etrafında birleştirerek, tespit ettiğimiz kabirde yatan “Alemdar Baba Hasan”ın Bizans tarihçisi Sfrancis’in “Lopadion (Ulubat)’lı Hasan”ı ile aynı kişi olduğunu kuşkusuz bir biçimde belirginleştirir.
    Manzumenin dördüncü beytinde bugüne kadar duyulmamış ilginç bir ayrıntıdan söz edilerek, Hasan’ın bedeninin burçtan düştükten sonra bir süre sur dibinde ceset ve taş yığınları altında kaldığına, ne Han (Fatih) ne de başka biri naaşının yerini bulamazken, rüyada gösterilen bir işaret üzerine çıkarılıp şimdiki kabir alanına taşındığına işaret edilmiştir.Şiirin son beytinde “menkût” (noktalı) harfle “târîh” düşürüldüğü belirtilen: “Zehi devlet Hasan Baba ki heşt-seddin (sekiz burcun) ‘alemdârı” dizesi ise, yine çağdaş tarihî verilere uygun olarak; on iki kara burcu içinde ikinci sancağın dikildiği dokuzuncu burç olan Porta Pighi/Silivrikapı’dan önce, buraya kadarki sekiz burç arasında ilk Osmanlı sancağını Alemdar Hasan’ın diktiğini netleştirerek, onun “Ulubatlı Hasan” olduğu konusundaki tespitimizi bir kez daha kesin olarak teyit etmektedir.

    YanıtlaSil
  3. ALEMDAR ULUBATLI HASAN’IN VAKFİYESİ VE BİLİNMEYEN RESMÎ GÖREVLERİ
    Ulubatlı Alemdar Baba Hasan Bursa’da, Ulubat Gölü’nün birkaç kilometre doğusunda yer alan “Kızılcıklu” ya da şimdiki adıyla “Hasanağa” köyü ile eski başkent Edirne’deki “Sığırlıca-Mûsâ köyü”nde kurduğu vakıfları adına Rebî‘u’l-evvel 828/Şubat 1425’te Sultan İkinci Murad’ın emriyle düzenlenen orijinal vakfiyesinde:8 “Cenâb-ı Melikü’l-ümerâ’i’l-‘izâm, Câmi‘u mehâsini’l-kirâm, Nâsıbu livâ’i’l-İslâm, Râfi‘u bid‘a ve’z-zulem, el-Mahsûs beyne’l-ekâbir bi-‘uluvvi’l-himem, Mukarrebü’l-mülûk ve’s-selâtîn, Hasenen mine’d-devleti ve’d-dîn Hasan Ağa -tâle bakâhu- ibn ‘Abdu’llâh…” gibi övgüye değer yüksek vasıflarla anılmıştır9.
    Alemdar Hasan Ağa’nın Sfrancis tarafından neden “Ulubatlı” olarak gösterildiğini açıklayan ve babasının adının “Abdullah” olduğunu ortaya koyan vakfiyesindeki bu unvanları arasında, özellikle: “Nâsıbu livâ’i’l-İslâm: İslâm sancağının dikicisi” vasfı diğerlerinden daha ön plana çıkmakta ve onun daha İstanbul’un fethinden yirmi sekiz yıl önce, Fatih’in babası Sultan II. Murad zamanında da resmî bir Alemdar olduğunu kanıtlamaktadır. Bu verilere göre, o sıralarda tahminen otuz beş yaşlarında olması gereken Hasan Ağa’nın doğum tarihi de büyük olasılıkla 1390 yılı civarıdır. Alemdar Baba Hasan bu dönemde vakıf köyü Kızılcıklu’da camii, mescid, zâviye, mektep ve hamam gibi hayır eserlerinin yanı sıra saltanat yurdu Edirne’de, resmî vazifesine atfen “Alemdar Mahallesi” diye anılan bölgede de bir mescit ve kendisi için bir türbe yaptırmıştı.10
    Ortaya koyduğumuz bu yeni tespitler ve yayımladığımız bu özgün belgelerden önce, hakkındaki bilgiler yalnızca Sfrancis’in belirsiz anlatısından ibaret kalan Ulubatlı Hasan’ın günümüze kadar sancağı rastgele eline alıp burca dikmeyi başarmış çok genç bir yeniçeri olduğu yönünde hayal ürünü bir karakter kurgulanmış; bu da onun şimdiye dek açıkça tespit edilemeyen gerçek statüsünü tamamen gölgede bırakmıştır. Halbuki İstanbul kara surlarının en stratejik noktası olan Hagios Romanos (Topkapı) burcuna çıkıp sancak dikmek gibi üstesinden gelinmesi çok zor ve özel yetenek gerektiren bir görevi başarmak ancak emektar ve yüksek tecrübe sahibi bir sancaktarın işi olabilirdi. İşte bu tarihî gerçekliğe uygun şekilde, Hasan Ağa kabir kitabesindeki “Mergûb Alemdâr” ve “Serdâr” unvanlarına paralel olarak, çeyrek asrı aşkın bir süre önce düzenlenen vakfiyesinde de, resmî sancaktarlığına işaret eden yukarıdaki açık atıfla birlikte: “Melikü’l-ümerâ’i’l-‘izâm” ve “Ekâbir” tâzim ifadeleriyle bir arada anılıp, Sultan II. Murad dönemi devlet adamlarının en büyük ve en önde gelenleri arasında gösterilmiştir. Mehmed Süreyya’nın Sicill-i ‘Osmânî’de “Hasan Ağa” hakkında: “Sultân Murâd Hân-ı sânî (II. Murad Han) Hazretleri’nüñ ‘asrında Sekbân-başı olup, 857 (=1453)’de İstanbûl fethinde şehîd oldu.” şeklinde verdiği önemli bilgi,11 onun resmî statüsünün “Alemdarlık”la sınırlı kalmayıp, bu dönemde uzun bir süre “Sekbanbaşı”lık da yapmış olduğunu göstermektedir.

    YanıtlaSil
  4. Fethe aslında Sekban-başı olarak katılan Ulubatlı Baba Hasan’ın, Fatih’in emektar bir Alemdâr’ı olarak şehit olmadan önce Topkapı burcuna onun has sancağını diktiği, çağdaş kaynak ve materyallerdeki önemli bazı nadir atıflardan da tespit edilebilir. Fethin çağdaşı Rum tarihçi Kritovulos,
    Historia’sında Romanos (Topkapı) burcunu savunan “Justino”nun yaralanıp askerleriyle geri çekilmesi üzerine, Sultan Mehmed’in seçkin askerlerini gayrete getirip ileri doğru atıldığını, onların da “savaş nâraları ve korkuç çığlıklarla Sultan’ın önüne geçip sedde saldırdıkları”nı ve orada çatışıp “Romalılar’ı kaçmaya zorlayarak güçlükle seddin üzerine çıktıkları”nı belirttikten sonra, ordu gediklerden şehre girmeye başladığı sırada “Sultan’ın büyük sûrun önünde, büyük bayrakla sancağın çekildiği noktada beklediği”ni söyler ki12, bu, Sfrancis’ten ve kitabedeki manzumeden, çatışmada Rumlar’ı kaçırmayı başarıp Romanos burcuna ilk sancağı diktiğini bildiğimiz “Hasan”ın taşıdığı sancağın “Fatih’in büyük sancağı” ve onun daha önce de resmî anlamda “Fatih’in has Alemdârı” olduğu hakkında kitabe ve vakfiyede de yer alan orijinal bilgilerle birleşir.
    Çağdaş Osmanlı müverrihlerinden İdris-i Bitlisî’nin ve İbn Kemâl’in verdikleri bilgiler de aynı yöndedir: Bitlisî, Sultan’ın yakın devlet adamlarından olduğunu söylediği sura çıkan ilk grubun, onun “zıll-ı râyeti” (Sancağının gölgesi) altından öne atılıp “a‘lâm-ı fütûhât” fetih sancakları”nı burçlara dikmeyi başardığını benzer ifadelerle belirttiği gibi,13 İbn Kemâl de onlardan bu işe öncülük edenlerin “henüz kal‘a-yı düvâzdeh-burc-ı sipihrde râyet” görülmemişken “Sultân-ı ‘âlem’üñ ak ‘alemi”ni “âvâze’-i tekbîr”le “Top-kapusı”na dikerek “On iki burcun ilk sancaktârı” olduğuna işaret etmiştir ki14 bu, Hasan’ı “Sekiz burcun sancaktârı” olarak gösteren kitabedeki ifadelerin de otantikliğinin apaçık bir delilidir.
    Bu çağdaş kaynaklardaki bilgiler, Sfrancis’in ifadeleriyle tam bir uyum içinde olan Hasan’ın kabir kitabesindeki manzum bilgilerle sentezlendiğinde, her iki materyalin de aynı çağdaş tarihî gerçeği temsil ettiğini gözler önüne sermekle kalmaz; Alemdar Ulubatlı Hasan’ın Fatih’in has sancaktarı olduğunu ve kara burçları arasında Romanos (Topkapı) burcuna Fatih’in yaldızlı “Ak sancağı”nın ilk kez onun eliyle konulduğunu da bizlere net olarak tespit imkânı verir.
    Baba Hasan’ın İstanbul’un fethi sırasında Sekbanbaşılık görevinde bulunduğunu ise, Sfrancis’in ondan sonra surlara tırmanarak toplu halde aşağı düşürüldüklerini belirttiği “On sekiz kişi”nin mensup oldukları askerî sınıftan yola çıkarak tespit etmek mümkündür. Bu “On sekiz kişi”, öteden beri Fatih’in emriyle surlara çıkan ve aynı anda şehit olan “İlk fetih şehitleri” olarak bilinen 15, Alemdar Hasan’ın kabrinin biraz yukarısında, Şehzadebaşı Camii’nin tam karşısında hazireleri bulunan “On Sekiz Sekbanlar”dan başkası değildir. Bu şehitlerin birer “sekban” oluşu, Mehmed Süreyya’nın eserinde verdiği nadir ayrıntıyı doğrulayacak şekilde, surlara tırmanırken kendisini takip ettikleri önderleri Hasan’ın da “Sekban-başı” olduğunu çağdaş topografik bir kanıt olarak belgelemektedir.

    YanıtlaSil
  5. Ortaya çıkan bu yeni bulgulardan hareketle; Ulubatlı Hasan’ın zannedildiği gibi bir “efsane” olmayıp gerçekten yaşadığı, genç ve toy bir yeniçeri olmayıp Çelebi Mehmed döneminden beri seçkin Osmanlı ümerâsı arasında yer aldığı ve fetihten önce de uzun müddet hem “Alemdar”lık ve ardından “Sekban-başı”lık yaptığı söylenilebilir. Bu çağdaş tarihî verilere göre, Romanos/Topkapı burcu üzerine Fatih’in “Ak ‘alem”ini ilk kez o dikmiş, şehâdetinden sonra naaşı sur dibinden çıkarılarak, emrindeki on sekiz şehit Sekban’la birlikte tarihî yarımadanın birbirine çok yakın iki ayrı noktasına defnedilmiş ve her iki şehit ziyaretgâhının da yanıbaşına hatıralarını yaşatmak adına birer mescit inşa edilmiştir.
    Alemdar Ulubatlı Baba Hasan’ın İstanbul’daki mescit arsası hâlâ boş durumda olup, üzerine kabrini de içine alacak biçimde, aslına uygun yeni bir mescit ve şadırvan yapılabileceği gibi kayıp kitâbesi de orijinaline benzer şekilde dizayn ettirilerek, yeniden duvarı üzerine yerleştirilebilir.


    ULUBATLI HASAN’IN SON ANLARINI SFRANCİS’İNKİNE BENZER ŞEKİLDE ANLATAN ALEMDAR BABA HASAN KABİR KİTÂBESİ

    “Yedümde tīġ-ı āteş-tāb dilümde naẓm-ı Settārī
    Ben oldum Fātiḥ’üñ ol günde merġūb ʿalem-dārı
    Ġazā-yı ekber itdüm Rüstemāne ḫaṣmıla yed-kesr
    Oluban ġarḳ-ı ḫūn-ālūd işte Şehīdler Serdārı
    Yaturdum kimse bilmez ḥāl [ü] aḥvālümi hergiz Ḫān
    Meger maʿnāda irşād eylemişler böyle düş-vārı
    Çerāġum şuʿle-dār iden, aña durāġ cennet olsun
    Ḫüdā her bir umūrında ola anuñ meded-kārı
    De-gil Ṣıdḳī bunuñ taʿmīrine menḳūṭını tārīḫ:
    ‘Zehi devlet Ḥasan Baba ki heşt-seddin ʿalem-dārı’
    857 (1453).”

    (Toplumsal Tarih, Sy.: 305 (Mayıs 2019), s. 74-78)

    YanıtlaSil