Pages

28 Şubat 2012 Salı

Eski İngiltere'de Acayip Olaylar !


[Tarih sıkıcıdır diyenler bir okuyuversin:)]

Eskiden İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:

İnsanların çoğu, haziranda evleniyordu Çünkü, senelik banyolarını Mayıs
ayında yapıyorlar; Haziranda henüz çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de
kokmaya başladıkları için, gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak
amacıyla, ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

*Banyolar, içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana
geliyordu.

Evin erkeği, temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra,
oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son
olarak da bebekler, aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada, su o kadar kirli
hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.
İngilizcedeki "Banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın"(Don't throw
the baby out with the bath water) deyimi, buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları, üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor; kamışların
altında tahta bulunmuyordu.

Burası, hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için, bütün
kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda
yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman, çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar
kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizcedeki "Kedi köpek yağıyor"(It's
raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.
Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi, büyük bir
sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan
İngiliz usulü yataklar, buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini, topraktan başka bir şeyden
yapılmıştı.
"Toprak kadar fakir"(dirt poor)tabiri, buradan çıkmıştır. Zenginlerin
ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar, kışın ıslandığı zaman
kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için, yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış
boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı
açılınca, saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere,kapının altına
bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı "threshold"(saman tutan; Türkçesi
"eşik") idi.

Yemek pişirme işlemi, her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük
bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler
ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor; et pek bulunmuyordu.
Akşam yahni yenirse, artıklar kazanda bırakılıyor; geceboyunca soğuyan
yemek, ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen, bu
yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.

"Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası
dokuz günlük" (Peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the
pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur. Bazen, domuz eti
buluyorlar; o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse, domuz
etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birinin eve domuz eti
getirmesi, zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek
misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna "yağ çiğnemek" (chew the fat)
adı veriliyordu.

Parası olanlar, kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar
alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler, kurşunu çözerek yemeğe
karışmasına sebep oluyor; böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol
açıyordu. Domatesler, buna sık sık sebep olduğu için, bundan sonraki
yaklaşık 400 yıl boyunca, domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın, kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun
yerine, tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat
ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman
kullanılabiliyordu. Bunlar, hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve
küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların
ağızlarında, "tabak ağzı" (trench mouth)denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek, itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler, yanık olan alt kabuğu;
aile, orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırlardı.

Bira ve viski içmek için, kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim,
insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan
geçen insanlar, bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık
yapıyorlardı. Bunlar, birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne
yatırılıyor; aile, etrafına toplanıp yiyip içerek uyanıp uyanmayacağına
bakıyordu. Buna, "uyanma" nöbeti deniyordu.

İngiltere, eski ve küçük bir yerdi; insanlar, ölülerini gömecek yer
bulamamaya başlamıştı. Bunun için, mezarları kazıp tabutları çıkarıyor;
kemikleri bir "kemik evi"ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.
Tabutlar açıldığında, her 25 tabutun birinde, iç tarafta kazıntı
izleri olduğu görüldü. Böylece, insanların diri diri gömüldükleri ortaya
çıktı. Buna çözüm olarak, cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi
tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana dolamaya başladılar. Bir kişi, bütün
gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna, mezarlık nöbeti (graveyard
shift)denirdi. Bazıları, zil sayesinde kurtulmuş (saved by the bell);
bazıları da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.

Gerçekler bunlar. Kim demiş tarih sıkıcıdır diye :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder