Pages

29 Şubat 2012 Çarşamba

ÇANAKKALE SAVAŞININ İLGİNÇ YÖNLERİ


Aç ve perişan halkın dişinden tırnağından artırarak devletine kazandırmak istediği ve parası peşin ödenmiş iki savaş gemimize İngilizlerin göz göre el koyduğunu, tüm ültimatomlarımıza rağmen paramızı geri ödemediklerini ve bu gemilere daha sonra askerlerini doldurarak Çanakkale'ye yolladıklarını

Enver Paşa'nın Alman hayranlığının bize 500 bin vatan evladına ve bir imparatorluğun tasfiyesine neden olduğunu, Almanlarla yapılan gizli anlaşmanın kabinedeki bakanlardan bile gizlendiğini, aradan yüz yıl geçmesine rağmen yabancı hayranlığı hastalığımızın geçmediğini, sadece hayran olunanların değiştiğini

Sultan Abdülhamid'in olayları kırk yıl önceden görerek Çanakkale'deki tabyaları güçlendirdiğini ve elden geçirdiğini, Bazı yeni tabyaları inşa ettirdiğini, O'nun yaptığı çalışmaların belki de savaşın seyrini değiştirdiğini

İngilizlerin daha savaş ilan edilmeden Seddülbahir'i bombaladıklarını ve 86 şehit verdiğimizi

Avustralya'nın ve Yeni Zelanda'nın gençlerinin "Avrupa'yı Almanlardan kurtarmak ve Avrupa'nın özgür kalmasını sağlamak" propagandasıyla toplandığını, Bu gençlerin daha önce Gelibolu denilen yerin adını bile duymadıklarını

İkinci çıkarma için savaşa giden bir Avustralya askerine nereye gittiğini

soran bir yaşlı adama "Türkler buraya gelip yerleşecekler, onları öldürmeye gidiyoruz" dediğini, bu söz üzerine yaşlı adamın binlerce kilometrekarelik çöle doğru baktığını ve "Eee gelsinler ne olacak ki burada yer çok" dediğini

Padişahın "Cihad" ilanını duyan ve Avustralya'da yaşayan iki zenci müslümanın, Türklerle savaşa giden birliğe ateş açtığını ve orada şehit edildiklerini, Orada bulunan ve olayı yaşayan Avustralyalıların bu olayın nedenini uzun süre anlayamadıklarını

İngiliz-Fransız donanmasının Gelibolu öncesi 200 yıldır hiç yenilmediğini, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi donanması olarak bilindiğini, bu donanmanın bayraklarını gören Türklerin topukları yağlayıp kaçacaklarını düşündüklerini, daha da trajik olanı bu düşünceye saplantı derecesinde inandıklarını

İngiliz-Fransız donanmasının seksen parça gemiyle boğaza saldırdığını, gemilerden birinin adının "Agamemnon" olduğunu, Agamemnon'un binlerce yıl önce Truva'ya saldıran Yunan ordusunun kalleşçe yöntemler kullanan komutanının adı olduğunu

Agamemnon'un yaşadığı topraklarda doğmasına rağmen kanının son damlasına kadar Türk olan ve kendisini Anadolulu hisseden Mustafa KEMAL'in Çanakkale zaferi sonrası öldürülen Truva kahramanını "Hektor'un İntikamını Aldık"
diyerek unutmadığımızı ve Truvalıların bizim için ne anlama geldiğini en güzel şekilde ifade ettiğini

İngilizlerin sabah saatlerinde girdikleri boğazı ellerini kollarını sallayarak, canlarının istediği her yeri bombalayarak geçebileceklerini zannettiklerini, Akşam beş çayını Marmara denizinin ortasında içmeyi planladıklarını, İstanbul üzerine bahisler kurduklarını

Şair deyince insanların aklına terbiye, iman ve insanlık sahibi yüce kişiliklerin geldiği (Mehmet Akif ERSOY gibi), İngiliz şairlerin de -hem de yüksek ideallerle- savaşa katıldığını, bu ideallerini günlüklerinde "Lokum ve halıları yağmalamak, Ayasofya'nın çinilerini sökmek, İstanbul'un en güzel lokantalarında balık yemek" olarak yazdıklarını

Yüzlerce yıl Osmanlının ekmeğini yemiş olan ve Osmanlıdan sadece saygı ve hoşgörü görmüş olan gayr-i müslimlerin, İngiliz-Fransız donanmasının gelmekte olduğunu haber alınca İstanbul'da sevinç gösterileri yaptığını

Bu tehlikeli gelişmeler karşısında devleti yönetenlerin başkenti Eskişehir'e taşımayı düşündüğünü, hatta gerekli binaların ayarlandığını, gitmesi için teklif götürülen devrik Sultan Abdülhamid'in bu teklife şiddetle karşı çıktığını, "Biz İstanbul'u alırken Bizans İmparatoru kanının son damlasına kadar savaştı ve öldü Ben ondan daha mı az şerefliyim! Gelirlerse burada savaşır ve ölürüz" dediğini, bu sözler üzerine payitahtın utandığını ve İstanbul'da kalmaya karar verdiğini, Direkten dönen bu düşüncesizliğin belki de askerimiz üzerinde korkunç bir moral çöküntü yaratmış olabileceğini

Osmanlı Devletinin elinde sadece 26 deniz mayını kaldığını, Nusret
(Yardım)
gemimizin kaptanının (Tophaneli Hakkı Binbaşı ) mayınları nereye ve ne zaman bırakması gerektiğini bir gece önce rüyasında bir yüce kişi tarafından kendisine bildirildiğini, Bu mayınların hiç akla gelmeyecek biçimde Ertuğrul koyunda kıyıya paralel olarak döküldüğünü, İngilizlerin boğazı defalarca dikine kontrol etmelerine rağmen bu mayınları tespit edemediklerini çünkü Nusret'in bu mayınları son mayın kontrolünden sonra sabaha karşı bıraktığını

Donanma boğazı geçmeye başladığında düşük top menzilli Fransız gemilerinin taktik gereği tabyalarımızı şaşırtmak için öncü atışlar yaptıklarını daha sonra arkalarından gelen uzun menzilli İngiliz gemilerine yol açmak için kenara kaydıkları Bu kayma esnasında kıyıya paralel yerleştirilen mayınlara çarptıklarını, büyük bir panik yaşandığını, ortalığın karıştığını, gemilerin birbirine girdiğini, 200 yıldır yenilmeyen dünyanın en büyük donanmasının iki saatte dağıldığını Türklerin batan düşman gemilerindeki savunmasız askerlere ateş etmeyi bıraktıklarını ve diğer gemilere ateş ettiklerini Bunu gören İngiliz komutanlarının -muhtemelen kendileri tersini yapmış olacakları için- olaya bir anlam veremediklerini Her fırsatta bize insan hakları, medeniyet, modernite tokatları patlatanların o gün aldıkları bu insanlık dersi karşısında şok geçirdiklerini

Edremitli Seyit Onbaşının, Topun ağzına mermi süren vinç tesisatı bombardımanda kullanılamaz hale gelince "Ya Allah Bismillah" diyerek üç tane 275 kiloluk mermiyi tek başına arka arkaya kaldırarak yatağa sürdüğünü ve ateşlediğini, bu işlemi yapabilmesi için her defasına üç basamaklı metal bir merdivenden çıkması gerektiğini, üçüncü atışta İngilizlerin "Ocean"
zırhlısının dümenini parçaladığını, dümeni kırılan "Ocean"ın sarhoş bir serseri gibi mayınlara sürüklendiğini bir mayına çarparak havaya uçtuğunu ve yirmi dakika içinde battığını

Bu olayın ertesinde bölük komutanının Seyit Onbaşıyı çağırttığını, aynı mermiyi kaldırmasını istediğini ancak Seyit Onbaşının bunu başaramadığını Bunun üzerine Komutanın "Bu merminin tahtadan bir maketini getirsinler, Bu yiğidin fotoğrafını çeksinler" diye emir verdiğini, Bu fotoğrafın hepimizin çok iyi bildiği ve Seyit Onbaşının günümüze ulaşan tek fotoğrafı olduğunu

Cumhuriyet kurulduktan çok sonra Mustafa KEMAL'in Edremit'i ziyareti sırasında Seyit Onbaşıyı sorduğunu ve Kaymakam dahil kimsenin bilmediğini Kaymakamın Seyit Onbaşı'yı Mustafa KEMAL'in huzuruna çıkarmadan önce kılığını beğenmeyip, tıraş ettirip takım elbise giydirdiğini, bu olayın Mustafa KEMAL'i derinden yaraladığını Kaymakam dahil orada bulunan herkesi azarladığını Seyit Onbaşının ölene kadar ormancılık yaparak sefalet içinde perişan yaşadığını

Nusret Mayın gemisinin yakın zamana kadar Mersin'de demirli olduğunu ve ömrü dolduğu için jilet yapılmasının planlandığını, sırf bu ihtimalin bile Türk Milleti adına yüz kızartıcı bir utanç levhası olarak kalacağını, birkaç vatanseverin çırpınışıyla şimdilik bu olayın durdurulduğunu

İngilizlerin 18 Mart faciasının suçlusu olarak mayın taramacıları sorumlu tuttuğunu, Hepsinin kurşuna dizdirildiğini, savaş bittikten yıllar sonra her iki ordu arşivleri açıklanıp gerçekler öğrenilince bu askerlerin ailelerinden özür dilendiğini, tazminat ödendiğini, iade-i itibar yapıldığını ve şerefli birer asker olarak öldüklerini ilan ettiklerini

İngiliz-Fransız ortaklığının boğazı donanmayla geçemeyeceklerini anlayınca onlara geçit vermeyen Türk topçularını arkadan ele geçirerek temizlemek için çıkarma harekatı yapmaya karar verdiklerini, bunun için Mısır'da piramitlerin dibinde, sömürgelerinden getirdikleri on binlerce askeri toplayıp "Nasıl olsa orada Türklerle işimiz çok kolay olacak" diyerek bu askerlere baştan savma bir eğitim verdiklerini, Burada toplanan askerlerin 16 farklı ülkeden geldiğini, Aralarında Müslümanların bile olduğunu, daha sonra bu askerlerin savaş esnasında kandırıldıklarını anlayıp taraf değiştirdiklerini, Burada toplanan askerlerin büyük çoğunluğunun çapulcular gibi davrandığını, kahire sokaklarında yapmadıkları rezilliğin kalmadığını

Mısırda toplanan askerlerin kayıtlarını tutan bir katibin sürekli "Australia and New Zealand Army Company/ Avustralya ve Yeni Zelanda Ordu Birliği" yazmaktan sıkıldığını pratik bir çözüm olarak bu kelimelerin baş harflerini alarak ANZAC kısaltmasını bulduğunu, bu kısaltmanın dünya tarihine geçtiğini

İngilizlerin çıkarma harekatını ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını, akıntı ve hava durumu dahil yaptıkları hiçbir hesabın tutmadığını, aralıklarla çıkmaları gereken geniş kumsala değil, dar bir koya ve kalabalık bir şekilde çıkmak zorunda kaldıklarını, karşılarında ise Ezineli Yahya Çavuş ve 62 kişilik takımı dışında hiçbir birliğimizin olmadığını

Türk ordusunun başındaki Alman Liman Von Sanders Paşa'nın çıkarma beklenen bölgeleri kasıtlı olarak yanlış hesapladığı, İngilizleri ve Türkleri olabildiğince birbirine kırdırarak İngilizlerin dikkatini bu bölgeye çekmeyi, bu sayede Avrupa'da savaşan Alman askerlerinin karşısında daha zayıf bir askeri güç olmasını ve Alman birliklerini rahatlatmayı amaçladığını, bu gizli hesabın her iki taraftan da 500 bin cana mal olduğunu, bunun ispatlanamamış bir iddia olduğunu, Tüm savaş boyunca Liman Paşanın hiçbir askeri tahmininin tutmadığını, aradan yüz yıl geçmesine rağmen bu şüphenin hala kafaları kemirdiğini

Çanakkale savaşlarındaki en büyük askeri dehaların Mustafa KEMAL ve Esat Paşa olduğunu, düşmanın her hamlesini doğru tahmin ettiklerini, yaptıkları kritik hamleler ve aldıkları cesur kararlarla savaşın seyrini değiştirdiklerini, gelişen olaylar neticesinde askerlerinin de yüksek güvenini ve hayranlıklarını kazandıklarını, bir işaretleriyle emrindekilerin hiç düşünmeden ölüme koştuklarını İngiliz ve Fransız Kurmaylarının bu kadar zor şartlarda çarpışan Türk ordusunun bu kadar akıllıca sevk ve idare edilebilmesine anlayamadıklarını, Zaten onların tüm savaş boyunca olan biten hiçbir şeyi anlayamadıklarını

Çıkarma beklenmediği için küçük bir takımdan başka hiçbir askeri birliğin bulunmadığı koya çıkan 4000 İngiliz askerine Yahya Çavuş ve arkadaşlarının eski tip piyade tüfekleriyle 18 saat boyunca karşı koyduğunu, mermi israfı yapmamak için asla tek dolaşan hedeflere ateş edilmediğini, neredeyse hiçbir mermi israfının yapılmadığını, adamların orada çakılı kaldığını, bir santimetre ilerleyemediklerini, takım komutanlarının üstlerine telsizlerinden verdikleri raporlarda karşılarında kalabalık bir makineli tüfek (!) birliğinin bulunduğunu bildirdiklerini, dışarıdaki kıyımı gören İngiliz askerlerinin çıkmak istemediklerini bunun üzerine komutanlarının onlara arkalarında ateş ederek zorla savaşmaya gönderdiklerini Havadan savaşın seyrini takip etmekle görevli bir İngiliz pırpır uçağının pilotunun kıyıdan 50 m kadar açığa kadar denizin kıpkırmızı kan ile dolduğunu gördüğünü, bunun hayatında gördüğü en korkunç şey olduğunu söylediğini ve muhtemelen aklını oynattığını

Ezineli Yahya Çavuş ve arkadaşlarının hepsinin orada şehit olduğunu Bu çarpışma ve şehadetin belki de savaşı kurtardığını, bu bölgeye çıkarma yapıldığını haber alan diğer birliklerin bölgeye yetişmesi için gereken zamanın kanla kazanıldığını

Bir bölgeye çıkarma yapan 2000 kişilik İngiliz ve Fransız bölüğünün o bölgede bulunan selvi ağaçlarını Türk birliği sandıklarını, hepsinin kaçarak bölgeyi terk ettiklerini, bu olayın yıllar sonra kendi raporlarından ve yazılı kaynaklarından öğrendiğimizi, kimsenin nasıl olup ta 2000 kişinin aynı anda hayaller gördüğünü açıklayamadığını


Tüm çıkarma harekatı boyunca İngilizlerin yılan gibi sinsice davranmaya çalıştıklarını, Başta Anzak birlikleri olmak üzere diğer tüm sömürge askerlerini hep kendilerine kalkan olarak kullandıklarını Ölümün kesin olduğu taarruzlarda öncü siper birlikleri olarak hep bu askerlerin kullanıldığını Mel GIBSON'un gençlik yıllarında başrol oynadığı "Gallipoli" adlı sinema filminde bu konuya inceden göndermeler yapıldığını

İngilizlerin tüm savaş boyunca hata üstüne hata yaptıklarını, aptalca kararlar aldıklarını, emir-komuta zincirlerinde sürekli kopukluklar olduğunu, verilen önemli emirlerin asla yerine ulaşmadığını, kimden geldiği belli olmayan emirlerle önemli stratejik hatalar yaptıklarını, mevzi ve can kaybının bu nedenle çok artığını, İngiliz savaş kaynaklarında,

askerlerin anılarında ve araştırma eserlerinde bunun gibi yüzlerce olay yaşandığını


Gelibolu siper savaşlarının tarihin gördüğü en acıklı savaş olduğunu, on binlerce askerin savaştığı düşman askerini bir kere bile göremeden can verdiğini, İngilizlerin tokat üstüne tokat yedikçe Türk siperlerine kurşun yağdırır gibi bombalar yağdırdıklarını, kolların bacakların havalarda uçtuğunu, yerin altının ve üstünün sürekli yer değiştirdiğini, her defasına "Tamam bu sefer canlı Türk bırakmadık" diyerek saldırıya geçtiklerini, her defasında Allah'tan başka sığınacak hiçbir şeyleri kalmamış Mehmetlerin kabus gibi tekrar tekrar karşılarına çıktığını

Savaş istatistiklerine göre bir m2'ye 6000 mermi düştüğünü, bu oranın dünya savaş tarihinin en yüksek oranı olduğunu Havada iki merminin çarpışma ihtimalinin 600 milyonda bir olduğunu, bu çarpışan mermilerden Çanakkale'de

onlarca bulunduğunu Savaş Gazilerinin "Cehennem diye bir yer vardır Biz orayı gördük" dediklerini


Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencilerinin okul sıralarını bırakarak cepheye koştuklarını, 15-16 yaşlarındaki bu fidanların hepsinin tek bir saldırıda İngiliz makinelisi ile biçildiğini, Olayı gören bir Türk askerinin yıllarca ağzını bıçak açmadığını ve ne zaman Çanakkale'den bahsedilse hüngür hüngür ağladığını

Darü'l Fünun'un tüm son sınıf öğrencileri şehit olduğu için o sene hiç mezun vermediğini

Gömülemeyen ölülerin on binleri bulduğunu, ortalığın kokundan ve sineklerden geçilmediği, domuzun bile yaşamayacağı şartlarda askerlerin savaştığını, ilk ateşkesin dostluk gösterisi değil, şartların her iki taraf için de artık kaldırılamayacak kadar ağırlaştığı için zorunlu olarak alındığını İki tarafın askerlerinin o gün arkadaşlık yaptıklarını, birbirlerine cigara, yiyecek ve tespih, yüzük, rütbe gibi ufak tefek hediyeler verdiklerini, bu manzarayı gören bir Türk Subayının "gören insanın zalimleşeceğini, bir zaliminde insanlaşacağını" ifade ettiğini

Ortalığı basan sinekler yüzünden hiçbir yiyecek maddesinin birkaç tane sinek yutmadan yenilemeyeceğini, Salgın hastalıkların da savaş kadar can aldığını, bir İngiliz askerinin hasta arkadaşını büyük abdestini yapmak için tuvalet çukuruna girerken gördüğünü, oradan çıkmayınca çukura koştuğunu, hasta askerin bayılarak pisliklere batmış olduğunu, arkadaşlarının ise onu yukarı çekemeyecek kadar güçsüz kalmış olduklarını, bu hasta askerin kendi pisliğinde boğularak can verdiğini Çanakkale savaşlarına daha önce hiç bilinmeyen zeka ürünü hileler ve aldatmacalara başvurulduğunu, Türklerin soba borularından top bataryaları yaptığını ve bu şaşırtmacanın işimize çok yaradığını, askerlerin Tahta düzenekler yaparak siperden hiç çıkmadan tüfek atışı yapabildiklerini, bomba fırlatan düzenekler yapıldığını, İngilizlerin Türk topçusunu yanıltmak ve zaten az olan mühimmatı boşa harcatmak için tahtadan kocaman gemiler inşa edip yüzdürdüklerini Toprağın altında bile savaş olduğunu, her iki tarafın tüneller açarak düşman siperlerinin altına kadar gelip patlayıcı yerleştirdiklerini, bu şekilde iki tarafın da çok kayıp verdiğini

İkinci çıkarmadan önce İngilizlerin komutanlarını değiştirdiğini, yeni gelen Sopford'un emekli bir asker olduğunu, çıkarma yapıldıktan sonra uzun zamandır Gelibolu'da bulunan tüm subay kadrosunun şiddetli itirazlarına ve "Hemen şimdi saldırırsak Türkleri arkadan çevirip bu işi bitiririz, bu tepeler bomboş" önerilerine karşın büyük bir aptallık yaparak "Yoldan geldik yorgunuz Bugün dinlenelim, yarın rahat rahat savaşırız" diyerek askerlerine dinlenme emrini verdiğini, çıkarma yapan askerlerin bomboş tepeler önünde gün boyu denize girerek eğlendiğini, mangal yaparak keyif yaptığını

Bu sırada çıkarmayı haber alan Esat Paşa'nın Yarımadanın öbür ucunda bulunan birliğe düşmanı karşılama emrini verdiğini, bu komutanın ise "Askerlerim günlerdir uykusuz ve yorgun Bu şartlar altında yarımadayı yürüyerek geçemeyiz" itirazını anında o subayı görevden alarak cevaplandırdığını, yerine Anafartalar Grup komutanı olarak Mustafa KEMAL'i görevlendirdiğini, aç, yorgun ve sefil Mehmetlerin Mustafa KEMAL'in arkasından 20 saat yürüdüğünü, bu sırada İngiliz askerlerinin kıyıda mangal ve piknik yaparak dinlendiklerini, bu iki zıt ve mantıksız şartları yaşan birliklerin sabah güneşinde karşılaştıklarını, Türk askerinin mermiyle, mermi bitince süngüyle ve daha sonra kendini uçurumdan aşağı atarak vatan toprağına yapılan son saldırıyı da durdurduğunu, Conkbayırı'nın 24 saat içinde 7 kere el değiştirdiğini, bunun bir savaş değil, boğuşma olduğunu, sonunda İngilizlerin ne yaparlarsa yapsınlar bu işi başaramayacaklarını anladıklarını, İngilizlerin ve tüm işbirlikçilerinin bu işten vazgeçme kararı aldıklarını, Çanakkale seferinin son direnişinin ileride vatanı bir kere daha kurtaracak ve Cumhuriyeti kuracak olan genç liderimizi tüm dünyaya tanıttığını Müslüman ülkelerde Mustafa KEMAL'in kahraman ilan edildiğini, kartpostallarının ve posterlerinin kapış kapış satıldığını

Mustafa Kemal'in Anafartalar'da yaralandığını, kalbinin üstünde bulunan cep saatinin parçalandığını ve şarapnel parçasının derine girmesini engellediğini, bu yaranın aylarca kapanmadığını, Mustafa KEMAL'in askerin morali bozulmasın diye bu olayın tek şahidine sus emri verdiğini, daha sonra Liman Paşa'ya parçalanan saatini hatıra olarak verdiğini ve Liman Paşa'nın çok şaşırıp heyecanlandığını ve kendi altın köstekli cep saatini Mustafa KEMAL'e hediye ettiğini

Çanakkale'de doktorların askerlerden daha çok yorulduğunu, binlerce yaralıyla ilgilenmek zorunda kaldıklarını, Ümitsiz vakalarla hiç ilgilenilmediğini ve kurtulma şansı olanlara öncelik verildiğini, Bir Türk doktorun önüne kendi oğlunun getirildiğini, "Kurtulma şansı yok"
diye oğlunu tedavi etmediğini, hemen bir sonraki yaralıyı istediğini, yaralılardan ancak ertesi gün başını alabildiğini ve o zaman oğlunun mezarına gidebildiğini

İngilizlerin kendi ifadelerine göre mükemmel bir geri çekilme planı yaptıklarını, hiçbir kayıp vermeden çekip gittiklerini, onların ifadesine göre Türklerin hiçbir şeyden haberinin olmadığını ama yine kendi yalanlarını kendi kaynaklarından suratlarına tükürürcesine, ger çekilme esnasında bizim siperlerden onların siperlerine üzerine kağıt sarılmış bir taş fırlatıldığını, bu kağıtta düzgün bir İngilizceyle "Gittiğinize üzülüyoruz, Süveyş Kanalında Görüşürüz" yazdığını Bu olayın, geri çekilmeden Türklerin haberleri olduğunu ama artık savaşamayacak kadar yıpranmış olduklarını ispatladığını Okuma yazma oranının yüzde beşlerde olduğu bir dönemde bizim Çanakkale'ye hangi yetişmiş evlatlarımızı yolladığımızı ve memleketin en az 100 yılını bozuk para harcar gibi harcadığımızı

Gelibolu topraklarına çıkıp, Marmara denizini görebilen sadece tek bir İngiliz askeri olduğunu, bu askerin aslen İrlandalı olduğunu, Türk askerini şaşırtmak için gece kumsala tek başına çıkıp bir sürü meşale yakarak çıkarma sanki oraya yapılıyormuş gibi bir kandırmaca yapmaya çalıştığını, bu askerin daha sonra yolunu kaybederek yarımadanın çok içerisine kadar girdiğini, daha sonra bir şekilde dönerek kurtulduğunu, bu olayın yıllar sonra askeri günlükler okununca öğrenildiğini

Savaşta Türk ordusunun tek bir pırpır uçağı olduğunu, bu uçağın arada sırada askere moral vermek için uçtuğunu, bu uçağın tüm birliklerimizin sevgilisi olduğunu ve ona "Tek Kuyruk" adını taktıklarını

Savaşın özellikle sonlarına doğru ordunun istihkakları azalttığını, askere günde sadece yarım ekmek verilebildiğini, bu ekmeğin de taş gibi kuru olduğunu Açlık içinde siperlerde yaşayan Mehmetlerin ayakkabı köselelerini kaynatıp çorba niyetine içmeye çalıştıklarını Eğer fedakarlık buysa bizim bildiğimiz hiçbir fedakarlığın fedakarlık olmadığını Medeniyetin öncüsü İngilizlerin beyaz bayrak sallayan Türk askerlerini kurşuna dizdiğini, esir askerlerimizi tahta barakalara doldurarak yaktıklarını Esir alınan aç Türk esirlere maymunlara fıstık atar gibi yiyecek kırıntıları atarak eğlendiklerini Türk askerinin savaşta silahsız düşman askerini öldürmediklerini hayretle gördüklerini, bu sayede çok sayıda İngiliz ve Anzak'ın ölümden döndüğünü, bunlardan birinin sonraki yıllarda İngiltere Genel Kurmay Başkanı olduğunu, yaşadıkları ağır yenilgiyi psikolojik olarak örtbas etmek için yapılan son centilmen (!) savaş olduğunu söylediklerini,

İngiltere ve Avustralya'nın aradan bu kadar yıl geçtikten sonra Gelibolu'nun küresel miras olduğunu ve uluslar arası toprak sayılmasını istediklerini, kendi şehitliklerinin olduğu bölgelerin ise kendi toprakları olarak kabul edilmesini istediklerini

Anzak günü olarak kutlanan 25 Nisan'da TV'lerde Anzak törenlerinin en ince ayrıntısına kadar anlatıldığını, aynı gün yapılan bu memleketin gerçek sahibi her görüşten Türk gençlerin 20 bin kişilik yürüyüşünün ise Türk TV'leri tarafından, gösterilmediğini

Çanakkale savaşının sonuçları itibariyle hiçbir savaşla kıyaslanamayacak kadar Dünya'yı etkilediğini, Bir çok ülkede politik gidişi etkilediğini, özellikle Rusya'da Bolşevik devrimine yol açtığını Yarım milyon cesedin ise Gelibolu'da toprağın kimyasını değiştirdiğini ve yeşillendirdiğini Hâlâ toprağın altında kemikler, boş mermi kovanları ve patlamamış top mermileri çıktığını



Sadrazamını Bıçakla Öldüren Paşa


Osmanlı tarihi çok ilginç olaylar ile doludur. Bunlardan biri de Padişah I. Ahmet ’in Sadrazamı Derviş Paşa’yı yaptıklarından dolayı bizzat boğazını kesmesidir. Olayı anlatmadan önce Derviş Paşa’yı biraz tanımak gerekiyor.

Derviş Paşa, Devşirme kökenli bir devlet adamıdır. Bostancı Başılığına yükseldikten sonra Padişahın dikkatini çekmiştir. Ondan sonra hırsı ve ihtirasları ile hızlı yükselmesini bilmiştir.

Osmanlı en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşamaktadır. Hem İran’a karşı hem de Avusturya’ya karşı süren savaşlar başarısızlıkla sonuçlanıyor, Anadolu’da da Celali isyanları ile uğraşılıyordu.

Bu sıkıntılı dönemde Sadrazam olan Lala Mehmet Paşa, sorunlara el atmış, sıkıntıları biraz gidermiştir. Bu sırada Derviş Paşa da Kaptan-ı Deryalığa yükselmiştir. Derviş Paşa, hızla yükselmenin gururu içinde, itibarı ve gücünden dolayı Sadrazam Lala Mehmet Paşa’yı da deli gibi kıskanmaktadır.

Derviş Paşa, Lala Paşa’nın makamına gözünü dikmiştir. Bunun için elinden geleni yapacaktır. Özellikle Padişahın ve annesinin üzerindeki etkisinden yararlanarak yavaş yavaş Lala Paşa’nın önemli mevkilerdeki adamlarını yerinden etmeye, engellemeye, onların yerlerine kendi adalarını getirmeye başlamıştır bile.

Lala Paşa ise bu sırada orduyu Doğu ve Batı diye ikiye ayırmış, kendi bu orduları İstanbul’dan yöneterek İran ve Avusturya’ya karşı daha etkin mücadele etme kararı almıştır. Fakat Derviş Paşa da Lala Paşa’nın etkisini kırmak için onu İstanbul dışında tutmanın planlarını yapmaktadır. Bunun için Padişahın üzerindeki etkisinden yararlanarak Lala Paşa’nın ordunun başında gitmesi için bir ferman çıkarttırır.

Lala Paşa, bu duruma çok üzülmüş, Padişahın emirlerine karşı gelememiş, kederinden hastalanmıştır. Sağlığını kaybeden Lala Paşa, bir de İkindi Divanı sırasında felç geçirmiştir. Derviş Paşa ise Lala Paşa’nın İstanbul dışına çıkmamak için numara yaptığını Padişaha inandırmıştır. Padişah çok sert emirler ile dolu fermanları Sadrazama göndermiş, Lala Paşa bu duruma daha çok üzülmüş ve vefat etmiştir.

Naima, Tarihinde, Lala Paşa’nın onu tedavi eden Portekizli hekim tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü bildirir.

Lala Paşa’nın cenazesinden sonra Sadrazamlığa Derviş Paşa getirilmiştir. Derviş Paşa, artık devletin en etkin makamındadır. İstediğini elde etmiştir. Ama yine de Lala Paşa’yı ölümünde bile rahat bırakmaz. Padişahın bağışlamasına rağmen sefer masraflarını bahane ederek Lala Paşa’nın çocuklarına kalan miras mallarına el koyar, çocuklarını ortada bırakır.

Derviş Paşa, ilk divan toplasında tüm devlet erkanını tehdit etmiş, herkesi ürkütmüş, daha ilk günden kendine düşman kazanmaya başlamıştır.

Lala Paşa’nın yerine geçen Derviş Paşa’nın, onun yerine ordunun başında savaşa gitmesi gerekmektedir. Fakat Derviş Paşa, gitmek istememektedir. Divan toplantısında kaynak yetersizliğini bahane edip seferin iptal edilmesinin gerekliliğini savunması herkesi şoke etmiştir. Sefer sancakları bir kere çıkarılmıştır. Nasıl olur da tekrar kaldırılır. Bu onursuzluktur. Osmanlı tarihinde görülmemiş bir gelişmedir. Bu yüzden Şeyhülislam Sunullah Efendi, sürekli Derviş Paşa’nın ağzına bakan Padişah ile kısa bir tartışma dahi yaşamıştır. Derviş Paşa da Şeyhülislam’a çok kızmış onu hemen görevinden almıştır. Yerine Ebul Meyamin Mustafa Efendi’yi getirmiştir.

Padişahı ikna eden Derviş Paşa, İstanbul’da kalmayı başarmış, ama seferi iptal ettirememiş, ordunun başına da Deli lakaplı Ferhat Paşa getirmiştir. Sinirli küfürbaz biri olarak bilinen Ferhat Paşa hal ve hareketleri hakikaten delilik emareleri taşımaktadır.

Mesela; sefer sırasında maaş isteyen Sipahileri, ben de maaşım almadım deyip kovmuş, bu yüzden askerler çadırını taşlamaya başlamışlar, kendi de çıkıp taş toplayıp çadırını taşlamış, herkesin şaşkın bakışları arasında bir de çadırının iplerini kesmiştir.

Ordu, Bursa dolaylarına geldiğinde, bazı askerlerin kadın kaldırdığını şikayet etmeye gelen şehir ahalisini, “ beni mi kaldırsınlar” diye kovmuştur.

Derviş Paşa’nın kötü uygulamaları, aşırılıklarından dolayı tepki ve şikayetler artmış, Paşa kısa sürede Padişahın bile düşmanlığını kazanmayı başarmıştır. Paşa’nın İstanbul halkından ev balkonlarından vergi almaya kalkışması onun için işleri iyice çığırından çıkarmıştır.

Paşa’nın sonunu bir Yahudi’ye atmaya çalıştığı kazık getirecektir. Naima Tarihinde de anlatılan Paşa’nın öldürülme olayı şöyledir:

Devlet büyüklerine borç para vererek daha çok zenginleşen ve nüfuzunu arttıran bir Yahudiye, kendine yeni bir saray yaptırmak isteyen Derviş Paşa’nın da yolu düşer. Paşa sarayın masrafları konusunda Yahudiye tam yetki vermiş, bitir paranı al demiştir. Saray bittikten sonra Derviş Paşa, borcunu ödemek için Yahudiyi çağırmıştır. Fakat borç çok fazladır. Paşa borcunu reddeder.

Sadrazamın gaddarlığını bilen Yahudi, öldürüleceğini bildiği için, borç defterini Paşa’nın gözü önünde yırtıp, ” ben bu defteri sizden alacaklarım için tutmadım. Zaten para da sizin mal da sizin ne borcu Sultanım, ne kazandımsa sayenizde” diyerek Paşa’yı şaşırtmış hem de tekrar güvenini kazanmıştır.

Paşa, Yahudiye inanmıştır. Fakat Yahudinin planı farklıdır. İntikamını çok acı alacaktır. Planını hazırlamıştır bile. Yaptırdığı saraydan Padişahına sarayına gizlice tünel kazdırır. Bittiğinde bu durumu Derviş Paşa’nın can düşmanlarından Kapıağasına söyler. Derviş Paşa’nın Padişaha suikast planladığını anlatır. Kapıağası da durumu Padişaha bildirir. Padişah I. Ahmet, olayı gizlice araştırtır. Tünelin gerçekten olduğunu görünce Paşa’yı idam ettirmeye karar verir.

Plan hazırlanır. Derviş Paşa, saraya davet edilir. Bir şeyden haberi yoktur. Bostancılar Padişahın işaretiyle Paşa’nın üzerine atlarlar. Olay tüm devlet erkanının gözü önünde cereyan etmektedir. Çadır ipiyle Paşa boğulur.

Öldü sanılarak bırakılan Paşa’nın ayağını kıpırdattığını gören ona çok öfkeli olan Padişah, bizzat hançeri ile Paşa’nın boynunu keser. Zalim Derviş Paşa, hakkettiğini bulmuştur. Zalimce, en üst makamca öldürülmüştür.

Kaynak; Ahmet Önal-Hürriyet Tarih-2004

AY İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR..


AY İiSİMLERİ NEREDEN GELİYOR HİÇ MERAK ETTİNİZ Mİ ???? Neden Ağustos vs. diye söylüyoruz merak ediyorsanız buyrun okuyun...

Bugün kullandığımız miladi takvim güneş yılına dayalıdır. Ay isimleri de genelde Babil, Süryani ve Romalılardan alınmıştır. Biz de bazı aylara bize yakın isimler vermişiz. Öncelikle eskilerden şöyle bir başlayalım. 

Antik Roma’da Venüs, Mars, Terminus (Gençlik) ve Iuventas (yaşlılık) adında dört ay ismi vardı. Diğerleri ilerleyen zamanlardaki yeni çalışmalar ile eklenmiştir. Süryanilerde ayların isimleri şöyledir: Azar, Nisan, Ayar, Haziran, Temmuz, Ab, Eylül, Tişrin, Kanun, Şubat. 

Hicri Arap takviminde bazı Süryani ayları kullanılmıştır. Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani gibi. Osmanlı ay yılı esaslı Hicri takvimin yanında, güneş yılına dayalı Rumi takvimi de kullanmak zorunda kalmıştır. Bu takvimde ay isimleri sırasıyla; Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani’dir. Yılbaşı Mart ayıdır. 1917’de Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani yerine Ekim, Kasım, Aralık, Ocak isimleri verilmiştir. 

Eski Türklerde; Aramay, İkinçay, Ücünçay, Törtünçay gibi isimler kullanılsa da halk arasında halk arasında; Gücük, Mart, Avril, Kiraz, Haziran, Orak, Harman, Çürük, Avara, Koç, Karakış, Zemheri gibi isimler de kullanılmıştır. 

Ocak aynın ismi, Eski Roma’da Januarius idi. Janua kapı-giriş demekti. Janus, Romalıların Taklar tanrısı idi. Biz bu aya Türkçe ateş (odak/ocak) anlamında Ocak ismini vermişiz. 

Şubat, Süryanicedir (şabat-şobat). Eski Roma’da Februarius idi. Februum, arındırma demektir. Februa, Romalıların günahlarına kefaret olarak kurban kestikleri arındırma festivaline verilen isimdir. 

Mart, Roma’da Martius idi. Mars, Romalıların savaş tanrısının adı. Aslında senenin ilk ayı idi. Ancak 1582’de Papa XIII. Gregorius’un düzenlediği yeni takvimde ilk ay olarak Ocak belirlenmiştir. Bu yeni takvimi Almanya- İtalya 1582, İngiltere 1752, İsveç 1753, Japonya 1873, Çin 1912, Rusya 1918, Yunanistan 1923 ve Türkiye 1926 yıllarında kabul etmişlerdir. 

Nisan, Babil-Süryani dillerindeki adıdır (nisanna-nisannus). Aynen biz ismi kullanıyoruz. Roma’da Aprilius denilirdi. Güneşli-güneşlenme gibi manalara gelir. 

Mayıs, Roma’da Maius’dur. Maia, Merkür’ün annesi ve Roma’da bitkileri büyüten tanrının adıdır. 

Haziran, ismi Süryanicedir (hazaran-hazuran (sıcak)). Roma’daki adı Junius. Gençlik, genç anlamlarına gelir. 

Temmuz, Sümerlerin bereket tanrınsın adıdır. Festivallerinin adı da Dumuzi’dir. Dam, Sümerce kadın demektir. Eski Mısır’da Dama; bir araya gelme, Damuzu kadının erkek arkadaşı demektir. Demek ki bizdeki Damsız girilmez teriminin de nerden geldiğini anlamış olduk. Roma’da Sezar, bu takvimi oluştururken bu aya Julius adını vermiş. Juli, Sezar’ı aile ismi. 

Ağustos, İmparator Octivivus’un ünvanı olan Agustus’ten gelir. Octavius, Sezar’dan geri kalmamak için Şubattan bir gün alıp bu aya eklemiştir. O yüzden Temmuz ve Ağustos ayları art arda gelmesine rağmen 31 çeker. Yazık Şubat’ın da eksilme nedeni bu imiş. İki kralın güç mücadelesi. 

Eylül, Süryanicedir. Üzüm ayı anlamına geliyor. Hint-avrupa dillerinde yedinin karşılığıdır. Roma’da September (sekizinci ay) (İlk oluşturulduğunda) 

Ekim, Türkçedir. Tarlalarınekildiği mevsim anlamında. Süryanice, de Tişrin, Roma’da October’dur. (dokuzuncu ay) (ilk oluşturulduğunda) 

Kasım; Arapça'dan ayıran- bölen anlamında. Roma’da November. 

Aralık, Türkçe, iki zaman- iki şey arasındaki boşluk anlamında. Burda iki ay arası anlamında. Babil’de Kanun idi. Latince, December.

Kör Edilen 1500 Türk Askeri


Temizlik vahşeti

Yıl 1917. I. Dünya Savaşı'nın sürdüğü vahşi hengamede Osmanlı ordusu Gazze-Birüssebi Savaşnda ağır bir yenilgi almış, 13 bin civarında Türk askeri şehit olmuş, 15 bin civarında esir verilmiştir.

Osmanlı tüm Arap cephelerinde İngilizlere karşı 150 bin askerini esir vermişti.Bu kadar düşman askeri için İngilizler, Mısır 'da esir kampları kurdular.

Esir askerler pisti, hastalıklıydı. Kim bilir en son ne zaman temizlenmişlerdi. İngilizler, Ermeni doktorların yardımıyla "cerasol" katkılı su tanklarında Türk askerlerini temizlmeye karar verdiler.

Temizlemişken toptan temzileyelim deyip "cerasol" adlı kimyasal ilacı fazla fazla kullandılar. Ve 15 bin civarında Türk askerinin kör olmasını neden oldular.

İşkence temizliğin baş aktörü İngilizler, uşakları da Ermenilerdi. Tarihçi Cezmi Yurtsever'in araştırmasıyla bir kez daha hatırladığımız bu acı olayı, İngiliz ve Avustaralya arşivlerinde yaptığı araştırmalarla da doğrulattığını öğreniyoruz.

Olayı tertipleyenlerin isimlerine kadar tüm kayıtlara ulaşılmış. Bu vahşetten sorumlu İngiliz komutanlar ve Ermeni doktorlar için 27 Mayıs 1921 tarihli TBMM oturum tutanaklarına göre, Mustafa Kemal Atatürk'e sunulan olayla ilgili belgede, Mısır'da Türk askerine gerçekleştirilen bu vahşetin sorumlularının cezalandırılması için girişimlerde bulunulması istenmiş.

Batılının kanlı tarihine, kendi belgeleriyle tekrar bir ışık tutuldu. Bu ışığı görüp, bir şeyleri anlamamakta ısrarcı kör beyinlere sesleniyorum. Gerçekleri görmezlikten gelmeyin.

Devletimizin tarihsel olaylarla ilgili bir politikası da olmalı. Bizim ne ile ilgili bir politikamız var da bir de bu konuda olsun diyenleri duyar gibiyim. Olsun, herşey ile ilgili bir devlet politikamız olmalı. Yoksa Ermeni olaylarında olduğu gibi dünya arenasında zor durumlarda kalırız, kalıyoruz da...

529 Yıldır Çözülemeyen Sır


529 yıldır çözülemeyen sır
Fatih Sultan Mehmed’in zehirlendiğine dair üç iddia. Türk tarihinin en büyük devlet başkanlarından Fatih Sultan Mehmed´in zehirlenmesi olayı hâlâ tartışılıyor.
Tarihte birçok liderin ölümü aydınlanamadı. Tarihimizdeki en önemli esrarlardan biri de Sultan Fatih'in zehirlenip zehirlenmediği meselesidir. Ortada üç farklı iddia var.

Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın eceliyle mi öldüğü yoksa zehirlendiği mi tartışılıyor. Tarihteki birçok liderin ölümündeki sır da bir türlü aydınlatılamamıştır. Bizim tarihimizdeki en önemli esrarlardan biri de Fatih Sultan Mehmed'in zehirlenip zehirlenmediği meselesidir.
SON SEFER
Fatih'in ölümünden önce Mısır'daki Memlük Devleti ile Osmanlılar arasında bir gerginlik meydana gelmişti. Sultan İkinci Mehmed'in 25 Nisan Çarşamba günü Üsküdar'a geçmesiyle sefer başladı. Gebze civarındaki Hünkâr Çayırı'nda konaklandı. Sultan burada 1 Mayıs'ta şiddetli karın ağrıları çekmeye başladı. Eski hastalıklarının, yani damla ile romatizmanın yanı sıra yeni hastalıklar da ba şgöstermişti.

Fatih'in tedavisine hekimi Laristanlı Acem Hamideddin el-Lari başladı. Acem Lari başarısız olunca, eski başhekim Yakup Paşa tedaviyle görevlendirildi. Yakup Paşa elinden bir şey gelmeyeceğini, yanlış bir ilaç kullanıldığını ve bu ilacın etkilerini gidermenin ar­tık mümkün olmadığını söyledi. Ancak diğer tabipler çaresiz kalınca hastalarını tedavide kullandığı şurubunu vererek, padişahın sancısını azaltma yoluna gitti. Fakat şurup tesirini göstermedi ve Fatih kısa bir komadan sonra 31 Mayıs 1481 Perşembe günü, ikindi vakti vefat etti.
FATİH ZEHİRLENDİ Mİ?
Fatih'in daha 50 yaşındayken ölümü gerek akademik, gerekse popüler düzeydeki tarihçiler arasında bir tartışma konusu oldu.

Fatih'i kimin zehirlettiği konusunda üç iddia vardır. Birincisi Amasya Valisi Şehzâde Bâyezid'in, Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa'nın kardeşi Cem Sultan lehindeki teşebbüsleri yüzünden başhekim Acem Lari'yi kullanarak babasını zehirlettiği şeklindedir. Fatih'in hayatının son günlerinde oynadığı rol, Acem Lari'den şüphelenilmesine yol açmıştı. Acem Lari, dört yıl sonra 1485'te Edirne'de öldüğünde, Edir­neliler arasında hekimin İkinci Bayezid tarafından zorla verdirilen aşırı dozda afyon yüzünden öl­düğü dedikodusu dolaşıyordu.

Bu konudaki ikinci iddiaya göre Memlük Sultanı Kayıtbay, Acem Lari'yi kullanarak sultanı zehirletmiştir. Memlükler'in daha önce de Fatih'e suikast teşebbüsleri olmuştu.

Zehirlenme konusundaki üçüncü ve en kuvvetli iddia ise 30 yıl Fatih'in yanında hizmet edip, sultanın itimadını kazanan ve vezir rütbesi ile önemli görevlerde bulunmuş Yahudi mühtedisi eski hekimbaşı Yakup Paşa'nın (Maestro Jacopo), Fatih'e karşı bir düzine kadar başarısız suikastta bulunan Venedikliler tarafından satın alınarak, zehirleme hadisesinin gerçekleştirildiği şeklindedir.

Alman tarihçi Franz Babinger, Şehabettin Tekindağ ve başka birçok tarihçi ve hekimin araştırmalarına rağmen Fatih'in ölümündeki esrar henüz çözülemedi. Daha önce Fatih Sultan Mehmed'e defalarca suikast teşebbüsünde bulunan Venedikliler'in Fatih'in ölümünde bir rollerinin olması kuvvetli bir ihtimaldir.
VENEDİKLİLER'İN FATİH'İ ÖLDÜRME TEŞEBBÜSLERİ
Venedik 1456 ile 1479 yılları arasında 12 defa Fatih'i zehirleme teşebbüsünde bulunmuştu. Arnavut Paul isimli berber, Trogirli bir denizci, Vlaco isimli bir Yahudi hekim, Floransalı Francesco Baroncello, Krakowlu bir Polonyalı ve Katolanyalı bir maceraperestin isimleri bu suikast teşebbüslerinde geçer. Ancak bu teşebbüsler, çoğu zaman sadece plan aşamasında kalmıştı.
FATİH'İN HEKİMİNİN VENEDİK'LE PAZARLIĞI
15. yüzyılda Avrupa'da zulüm gören Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınıyorlardı. Avrupa'da papanın bile güvenmediği Yahudi hekimler Osmanlı sarayında büyük itibar görüyorlardı. Papa Beşinci Nikola'nın Yahudi hekimlerin verdikleri ilaçlarla İtalyanlar'ın Hristiyan ruhunun zedeleneceğini söylemesi doktorları iş yapamaz duruma getirmişti. Bu şartlar altında İtalya Gaeta'dan Edirne'ye gelen Yahudi hekim Maestro Jacopo Müslüman olup Yakup ismini almıştı. İkinci Murad zamanında sarayda hekim olarak çalışmaya başlayan Yakup Paşa, Fatih zamanında da görevine devam etti. Zamanla Fatih'in güvendiği kişilerden biri oldu.
1468'de İtalya'ya bir ziyaret yaparak Arapça'dan Latince'ye çevrilmiş bazı tıp kitaplarını inceledi. Sonraki yıllarda Osmanlı ilerleyişini durduramayan Venedik Fatih'i zehirletmeye karar verdi. Dikkat çekmemek için Floransalı Lando Delgi Albizzi İstanbul'a gönderildi. Degli, İstanbul'daki Floransa konsolosu vasıtasıyla Yakup Paşa ile irtibata geçti. Yakup Paşa, teklifi uzun uzun düşündükten sonra peşin olarak 10 bin altın ve 1472 Mart'ından aynı yılın Mayıs'ına kadar sultanı öldürdüğü takdirde Venedik'e kabul ve İstanbul'da kalan mallarına karşılık 25 bin altın daha istemişti. Venedik yönetimi bu isteği kabul etmesine rağmen Yakup Paşa'nın herhangi bir zehirleme teşebbüsüne girip girmediğini bilmiyoruz. Ancak 1481'de Fatih'in ölümünden sonra isyan eden asker birçok devlet adamıyla birlikte Yakup Paşa'yı da öldürmüştür.

Çift Başlı Kartal


TÜRKLÜĞÜN HAKİMİYET SEMBOLÜ:

ÇİFT BAŞLI KARTAL

Şamanizme göre; yer ile göğün arasındaki çelik kapıyı tutan kartal.

Orta Asya Türk inancına göre, insanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında refakat eden koruyucu varlıklar kuş şeklindedir. Yükseklik, ululuk timsali kartalın, kutsal sayılması Altay kaya resimlerinden bellidir. Türkler kılıç kabzalarında bozkurt, at ve çift başlı kartal kabartma figürlerini kullanmışlardır. 


Orta Asya inanışlarında ve şamanist eski Türkler de “Kartaldan türeme” inancı oldukça yaygın görülmektedir. Bu inanış efsanelerde de kendini gösterir ; Yakut Türklerinde rastladığımız bu efsane şamanın kartaldan türediğine dairdir. Yakutların, uzun direklerin tepesine çift başlı kartal yontusu koydukları biliniyor.

Ayrıca Attila’nın ordusunun sancağı üzerinde Bozkurt ile beraber kartalında var olduğu biliniyor.

Bu figür Anadolu yerleşimlerinde de kullanılmış olup bunun en güzel örneklerini Hititler’in Alacahöyük ve Yazılıkaya’daki çift başlı kartal kabartmalarında görmekteyiz.


Selçuklu Devleti de çift başlı kartal sembolünü kullanmıştır. Ayrıca Oğuz boylarının ongunlarının yırtıcı kuşlar olması da dikkat çekicidir. Türk halılarında en çok kullanılan canlı figürü kartaldır.Selçuklular zamanında yapılan Döner Kümbet(Kayseri), Hüdavent Hatun Türbesi(Niğde), Çifte Minareli Medrese (Erzurum), Yedi Kardeş Burcu(Diyarbakır) gibi mimari eserlerde çift başlı kartal figürü kullanılmıştır